BERCESTE VE İZAHI – 144–

BERCESTE VE İZAHI – 144–

​1. Niyâzî-i Mısrî’nin Hikmet Dolu Mısraları: Derdin Kendisi Derman Olunca
​İktibas
​درمان آراردم دردمه دردم بکا درمان ايمش
برهان آراردم أصلکه أصلم بکا برهان ايمش
​Müstef’ilün Müstef’ilün Müstef’ilün Müstef’ilün
​Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş
Bürhân arardım aslıma aslım bana bürhân imiş
​Niyâzî-i Mısrî
​Çektiğim sıkıntılara, dertlere derman arıyordum. Gördüm ki çektiğim dertler benim dermanım imiş. Onlara gösterdiğim sabır beni Hakk’a götürüyormuş. Aslımın ne olduğunu anlayabilmek için bir delil arıyordum. Oysa aslım bana bizzat delil imiş.

​Makale: Zahirî Arayıştan Derûnî Buluşa Yolculuk
​İnsanoğlu, hayatı boyunca karşılaştığı müşkillere, dertlere ve sıkıntılara daima kendi dışında, zahirî âlemde çareler ve dermanlar arar. Bu, tabiatının bir gereğidir. Bir hastalık baş gösterdiğinde hekime koşar, bir fakirliğe düçar olduğunda zenginlik yolları arar, bir yalnızlık hissettiğinde dost meclislerine sığınır. Niyâzî-i Mısrî Hazretleri’nin bu hikmetli beyti, bu fıtrî arayışın bir üst perdeden, derûnî bir bakış açısıyla nasıl bir mana kazandığını bizlere ders vermektedir.
​Beytin ilk mısraı olan “Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş” ifadesi, tasavvuf düşüncesinin temel taşlarından birini teşkil eden bir hakikati tasvir eder. Zahirde bir eksiklik, bir acı, bir ıstırap olarak görünen “dert”, hakikatte insanı gaflet uykusundan uyandıran, onu Cenâb-ı Hakk’a yönelten bir kamçıdır. İnsan, bolluk ve rahatlık zamanlarında enaniyetine ve dünyaya meylederken, dert ve musibetler vasıtasıyla acziyetini ve fakrını anlar. Kendisinin bir hiç olduğunu, her şeyin sahibinin ve mutasarrıfının Allah olduğunu idrak eder. İşte bu idrak, manevî hastalıkların en büyüğü olan gaflet ve enaniyet için en tesirli dermandır.
​Risale-i Nur Külliyatı’nda bu manaya işaret eden pek çok bahis mevcuttur. Mesela, hastalıkların maddî birer elem gibi görünse de, manevî birer hediye ve günahlara keffaret olduğu ifade edilir. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar isimli eserinde şöyle der: “Ey sabırsız hasta! Sabret, belki şükret. Senin bu hastalığın, ömür dakikalarını birer saat ibadet hükmüne getirebilir. Çünki ibadet iki kısımdır. Biri müsbet ibadet. O da namaz, niyaz gibi malûm ibadetlerdir. Diğeri menfî ibadetlerdir ki, hastalıklar, musibetler vasıtasıyla musibetzede, aczini, zaafını hisseder, Hâlık-ı Rahîmine iltica eder, yalvarır. Hâlis, riyasız, manevî bir ibadete mazhar olur.” (RNK, Sözler Neşriyat, Lem’alar, s. 27). İşte Niyâzî-i Mısrî’nin “derdim bana derman imiş” demesi, derdin insanı bu hâlis kulluk makamına ulaştıran bir vasıta olduğunu keşfetmesindendir. Dert, nefsi terbiye eder, kalbi dünya bağlarından koparır ve ruhu Allah’a yükseltir. Bu açıdan derdin kendisi, ruhun aradığı en büyük derman olur.
​Beytin ikinci mısraı ise, “Bürhân arardım aslıma aslım bana bürhân imiş” şeklindedir. Bu mısra, düşünce ve hikmet tarihindeki en temel sorulardan birine, “Ben kimim ve varlığımın isbatı nedir?” sualine tasavvufî bir cevap verir. İnsan, aklıyla ve felsefî tefekkürle kendi “aslını”, yani varlığının kaynağını, mahiyetini ve gayesini arar. Bu arayışta zahirî deliller, mantıkî isbatlar ve haricî kanıtlar peşinde koşar. Ancak Mısrî, bu arayışın da yine insanın kendi içine dönmesiyle nihayete ereceğini söyler. İnsanın kendi varlığı, yani “aslı”, kendi varlığının ve kendisini var edenin en büyük delili, yani “bürhanı”dır.
​Cenâb-ı Hak, Fussilet Suresi’nde şöyle buyurur: “Biz onlara hem ufuklarda hem de kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, Kur’an’ın hak olduğu kendilerine iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şâhit olması yetmez mi?” (Fussilet, 41/53). İnsan, kâinat kitabının küçük bir misali, Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının en câmi’ aynasıdır. Kendi acziyetinde Allah’ın sonsuz kudretini, kendi fakirliğinde O’nun sonsuz zenginliğini, kendi fâniliğinde O’nun ebedî Bâkî olduğunu müşahede eder. Dolayısıyla, Allah’ı veya kendi hakikatini arayan bir kimsenin en uzağa değil, en yakınına, yani kendi nefsine bakması kâfidir. Aslımız, yani hilkatimiz, ruhumuz ve vicdanımız, bizi Yaratan’a işaret eden en parlak bürhandır.
​Bu beyit, bizlere hayat yolculuğunda karşılaştığımız her hadiseye daha derûnî bir nazarla bakmamız gerektiğini telkin eder. Dertler, bizi olgunlaştıran ve Rabbimize yaklaştıran birer rahmet tecellisi; kendi varlığımız ise, hakikate ulaşmak için en emin ve en yakın bir delildir.
​Özet
​Niyâzî-i Mısrî, bu beytinde insanın dermanı ve delili dışarıda arama yanılgısına düştüğünü, hâlbuki hakiki dermanın derdin bizzat kendisinde, en büyük delilin ise insanın kendi varlığında gizli olduğunu ifade eder. Dertler, insanı manevî olarak olgunlaştırıp Allah’a yönelten birer şifa vesilesidir. İnsanın kendi yaratılışı ve mahiyeti ise, onu yaratan Mutlak Varlık’ın en açık isbatıdır. Bu sebeple hakikate giden yol, zahirî bir arayıştan ziyade, derûnî bir tefekkür ve keşif yolculuğudur.

​2. Yavuz Sultan Selim’in Ateşten Mısraları: Ayrılık Bahçesinin Bülbülü
​İktibas
​بز بلبل محرق دم کلزار فراقز
آتش کسیلیر کچسه صبا کلشنمزدن
​Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
​Biz bülbül-i muhrik-dem-i gülzâr-ı firâkız
Âteş kesilir geçse sabâ gülşenimizden
​Selîmî (Yavuz Sultan Selim)
​Biz ayrılık bahçesinin öyle yanık ve yakıcı öten bülbülüyüz ki bizi serinletmek için gelen sabah rüzgârı gül bahçemizden geçse, ateş kesilir, yanar.

​Makale: Hükümdarın Kalbindeki Ateş
​Tarih sahnesinde “Yavuz” lakabıyla anılan, heybeti ve kararlılığıyla bir cihan imparatorluğunun kaderini değiştiren Sultan Selim Han, “Selîmî” mahlasıyla kaleme aldığı şiirlerde ise bambaşka bir ruh dünyasını gözler önüne serer. Onun şiirleri, bir hükümdarın kalbinde kopan fırtınaların, derûnî hasretlerin ve yanışların en samimi ifadeleridir. Yukarıda iktibas edilen beyit, bu yanışın ve ayrılık acısının ne denli şiddetli olduğunu tasvir eden, mübalağa sanatının zirvelerinden biridir.
​Beytin ilk mısraı, “Biz bülbül-i muhrik-dem-i gülzâr-ı firâkız”, şairin kendini ve hâlini tanımlamasıyla başlar. Klasik edebiyatta bülbül, güle olan aşkıyla bilinir ve sürekli olarak onun aşkıyla öter, feryat eder. Ancak Selîmî, sıradan bir bülbül değildir. O, “gülzâr-ı firâk” yani “ayrılık gül bahçesi”nin bülbülüdür. Onun vatanı vuslatın, birleşmenin bahçesi değil, ayrılığın ve hasretin diyarıdır. Ve bu bülbülün nefesi, “muhrik-dem”dir, yani her nefesi yakan, ateş saçan bir alev topu gibidir. Bu ifadeyle şair, çektiği ayrılık acısının sıradan bir hüzün olmadığını, içini yakan, her nefesinde dışarıya alev olarak yansıyan volkanik bir ıstırap olduğunu belirtir. Aşkı o kadar şiddetlidir ki, feryadı bile yakıcıdır.
​Bu derûnî yangının şiddeti, ikinci mısrada akıl almaz bir hayal ve mübalağa ile zirveye taşınır: “Âteş kesilir geçse sabâ gülşenimizden”. “Sabâ”, sabah vaktinde doğudan esen, latif, serinletici ve ferahlatıcı bir rüzgârdır. Şiirlerde genellikle sevgiliden haber getiren, âşığın derdine derman olan, onun ateşini bir nebze olsun söndüren bir unsurdur. Ancak Selîmî’nin ayrılık bahçesinde (“gülşenimizden”) tabiat kanunları adeta tersine döner. Onun içindeki yangın o kadar büyüktür ki, serinletmek ve ferahlatmak için gelen sabâ rüzgârı bile, o bahçenin hararetine dayanamayıp “âteş kesilir”, yani bir alev topuna dönüşür. Bu, acının ve hasretin, teselli kabul etmez bir noktaya ulaştığının en kuvvetli delilidir. Dışarıdan gelen hiçbir ferahlık, hiçbir teselli, bu içsel yangını söndürmeye muktedir değildir; bilakis, o yangının bir parçası olur.
​Bir padişahın kaleminden bu denli derin bir ıstırabın dökülmesi, beytin tarihi ve ibretli yönünü ortaya koyar. Cihanın hâkimi de olsa, en güçlü ordulara da komuta etse, insanın özünde aciz bir kul olduğu ve kalbinin sevgi, hasret, ayrılık gibi en temel duygularla yoğrulduğu hakikatini gösterir. Selîmî’nin bu “firâk”ı, yani ayrılığı, beşerî bir aşka duyulan hasret olabileceği gibi, tasavvufî bir açıdan bakıldığında, asıl vatandan, yani Allah’tan ayrı düşmenin getirdiği ezeli bir hasretin (elest bezmi) ifadesi de olabilir. Bu manada, dünya hayatı bir “gülzâr-ı firâk”tır ve mümin ruh, bu ayrılık bahçesinde vuslat anını bekleyen “muhrik-dem” bir bülbüldür.
​Sonuç olarak, bu beyit, sadece bir şairin sanat kudretini değil, aynı zamanda bir hükümdarın kalbinin derinliklerini ve insan ruhunun çekebileceği en büyük acılardan biri olan ayrılığın tasvirindeki sonsuzluğu gözler önüne serer. Acı, bazen o kadar büyür ki, dermanı bile yakar.
​Özet
​Yavuz Sultan Selim (Selîmî), bu beytinde kendisini, her nefesi yakıcı olan ve bir ayrılık bahçesinde öten bir bülbüle benzetir. İçindeki ayrılık ateşinin o kadar şiddetli olduğunu söyler ki, ferahlık ve serinlik getirmesi gereken sabâ rüzgârı bile onun gül bahçesinden geçecek olsa, o hararete dayanamayıp bir aleve dönüşür. Beyit, mübalağa sanatı yoluyla, teselli kabul etmez derecedeki derin bir hasret ve ayrılık acısını son derece etkili bir dille tasvir eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 27th, 2025